İzleyiciler

21 Nisan 2010 Çarşamba

Bu sefer ciddiyim...

Asla…

Asla doğmak istememişti. Yok oluşundan ilk koparılışında kendisine ne olacağına dair bir anısı yokken, onun için ancak bunu istemediği söylenebilir. Evet, doğmayı o istememişti. Kendisini bir kez daha almaya geldiklerinde ise henüz olgunlaşmamış, sadece bir ömür yaşamış, genç bir bilinçti. Ama bu kez neyi istemediğini kesin olarak biliyordu. Önünden bir dolu anlamsız görüntü ve şekil geçerken aklı bulanmış ve kendini yalnızca huzurlu bir boşlukta, amaçsızca, edilgen bir şekilde süzülmenin tatlılığına bırakmış ve bu, ona zaman çizgisinde kat ettiği her birimi unutturmuş olabilirdi; yine de neyi istemediğini iyi biliyordu. Fakat direniş göstermek diye bir şeyin sadece kavram olarak değil, eylem olarak da bulunduğu yere ait olmadığını çok hızlı bir şekilde öğrendi. Ona sormadan tutup götürdüler onu. Bunu ilk yapışlarını anımsamıştı götürülürken. Zor kullanmalarına gerek kalmadan, uslu uslu takip etmişti Onlar’ı.

Onlar kim mi? Hiçbirimiz bilemeyiz ki. O da bilmiyordu. Onlar; kısaca Onlar’dı işte. Varsa bile şekillerini hiç görmedi. Hiç ses çıkarmadan “Gel.”demişlerdi. Hiç ses duymamıştı, ama söylemişlerdi bunu ve ilk defa aldığı ‘gel’ emrinde karşı çıkacak bir neden görmemişti. Direniş göstermeye sebep olacak bir neden olmadığı gibi ‘direniş’ diye bir kavram da yoktu belleğinde. Durum böyle olunca hiç ses çıkarmadan (ses?) takip etmişti Onlar’ı. Onlar hakkında bilebileceğimiz tek şey, bizi tutup götürmelerindeki amaçtır (gerçi tutup tutmadıklarından da emin olamayız ya). Bizi o andan sonraki geleceğimize götürürler. Henüz şekillenmemiş geleceğimizi bizim seçimimiz olmaksızın şekillendirecek olan o mekana; ya da sadece oraya işte. Orası hangi kelime ile tanımlanabilir ki? Kelimelerin olmadığı bir yerdedir o. Yine de bir şekilde onun bir makine olduğunu zannediyorum.

Genç bilinç, onu almaya geldiklerinde şaşırdı. Bunun bir kez daha olacağı söylenmemişti ona. Hatta aksine, bir kez daha olmayacağı söylenmişti. “Bir yalana inanıp güvendim.” dedi düşünceleri, acı içerisinde bükülüp birbirlerine dolanarak. Bir şeyleri idrak etmenin acısı onu daha önce hiç bu kadar yıkmamıştı. Şimdi kim bilir ne kadar sürecek işkencelerle, ıstıraplarla, kayıplarla ve büyük acılarla yoğrulmuş bir varoluş macerası daha başlıyordu. Bu macera onun için yalnızca bir kabuğun içine kısılıp kalmak demekti; o kabuğun istekleri ile çevresinin isteklerinin çatışmaları arasında bölünmekten bitap düşerek, yeniden yok oluşa dönmeyi özlemle beklemek. Artık temelli evine döndüğünü zannediyordu oysa ki; sıcak ve nemli yok oluş havuzuna, tüm diğer bilinçlerle oluşturduğu ortak ve kusursuz tek bilincin yatıştırıcı kucağına dönmüş ve anlamsızlığın son bulmuş olduğunu. Ama şimdi, varsa bile sınırlarını bilmediği bilinç havuzunun tarifsiz huzurunu bir kez daha kaybedecek ve bu huzurun verdiği karşı konulmaz mutluluk ve hazzın tadını unutacak, yok oluş kendisini yeniden çağırıncaya dek ondan korkup köşe bucak kaçacağı, duvarları kan ve gölgelerle boyanmış bir tımarhanenin içine hapsolacaktı. Hayır, sıcak ve güvenli havuzunda kalmak istiyordu. Var oluşun o anına kadar tecrübelerle işlenmiş tüm bilinçlerin bir araya gelip baygınca mırıldanarak kusursuz bilincin müziğini yarattıkları ve her birinin tatlı bir vecd hali içerisinde kendilerini bu müziğin sonsuz akışına bıraktıkları yok oluşun rahminde, evinde kalmak istiyordu. Fakat işte yine gelmişlerdi ve kendisi daha direnme yönünde tek bir hamle yapamadan, çevresini sarmış, onu sert rüzgarların hiç durmadan estiği zaman nehrine açılan mekanik kapılara götürüyorlardı.

Mekanik kapılar, kendilerinden daha büyükçe bir mekandaydılar. İçeri sokulur sokulmaz üşümeye başladı. Yoksa dışarı mı çıkmıştı? Bundan emin olabileceği bir yerde değildi. Zaten başka zaman olsa emin olup olmamak gibi bir derdi de olmazdı. Yok oluşun tatlı loşluğuna karşıt olarak burada tanıdık, güçlü, beyaz bir ışık vardı. Acı veriyor ve karanlığa gömüyordu, bilincin kendi karanlığına. Çok yavaş bir geçiş yaşayacaktı o karanlıkta. O kadar yavaş olacaktı ki, bir geçiş olduğunu, geçiş olup bitene ve tüm işkence aletleriyle gelip karşısına dikilinceye kadar fark etmeyecekti. Kapılar bilincin arkasından sıkı sıkı kapanınca, geçiş, hain bir sırıtışla dikilecek ve gözleri “Bana o kadar sövdün, ama yine elime kaldın.” diyecekti. Geçişin sonunda bir varlığa dönüşmüş bilinç ise cevap veremeyecekti ona; çünkü haklılığı su götürmez olacaktı. Ölüm kadar yaşam da kaçınılmazdı.

Parlak ışık onu kör ettikten sonra olanları hiç anımsamayacaktı. Önünde duran, yumuşaklığında eriyip yitebileceği bir şeyin üzerine itildi. Eski tecrübelerinden anımsadığı kadarıyla bu bir koltuktu. Ama anımsadığı hiçbir koltuk onun kadar yumuşak değildi ve hiçbiri annenin rahmini onun kadar hatırlatamazdı. Daha anılarını ziyaret edip geri dönemeden rahatlayıvermişti ve o ağır sıvı üzerine kapandı. Körleşmiş algısının gölgeleri arasından sızan son görüntü, elinde sivri uçlu bir şeyle üzerine eğilmiş, yüzü olmayan bir adamdı.

Benliği aşağılara ve daha aşağılara kaydıkça kayarken bilinci bulanıklaşıyor ve kat ettiği her mesafede anılarından daha fazlasını yitiriyor. Isı ve basınç giderek artıyor, dayanılmaz bir seviyeye ulaştıklarında ise bilinci, yepyeni bir bilinç ile yer değiştiriyor. Acımasızca hapsediliyor bu ıstırap verici yeni bilince: “Ben varım.”

Sonrasında olacakların beklentisi ile titriyordu: bilirsiniz, üşümeye başlamadan önceki, ona evini anımsatacak son bir sıcaklığın ve güvenlik duygusunun içinde, kalın, turuncu bir perdenin arkasında parlayan bir ışık görecek, sonra ışığa ulaşmak için çırpınacak, bir hapishane gibi kendisini saran zarı yarıp çıkacak oradan ve ilk refleksin başarısıyla gelen mutluluğu, duyacağı ilk acı -o dayanılmaz acı-, var oluşun acısı ile gölgelenirken, eski bilincinden arta kalan son anı kırıntılarını da unutup bir kaosun içine hapsedilecek.

Ancak bu kez öyle olmadı.

“Lucy…”

“Ah. Kapana kısıldım. Tuzak bu. Kapana kısıldım.”

Uzun, upuzun zamandır ilk kez var oluşun içinden bir ses duyuyordu; aşina olduğu bir ses. Fısıltı halinde olsa bile tanıdıktı.

-“Sen de duydun mu?”

Çok, çok uzaklardan, algısını karartan ağır bir sisin ardından gelen bir ses duyuyordu. Ve böğürtlen kokusu… Mor renklere bürünmüş bir böğürtleni koparıp ağzına attı. Tadı yoktu böğürtlenin. Mavi-beyaz kareli önlüğüne doldurmuş olduğu tüm böğürtlenleri mat yeşil otların üzerine döktü. Bir rüzgar esti. Çalılar umutsuzca hışırdarken renkleri koyu yeşilden kan kırmızısına büründü. Çalıların ardına bakmaya çalıştı. Sanki az önce bir ev vardı orada, ama başını daha bakmak için çevirdiğinde, bakışlarına geçit vermeyen, deniz grisi bir sis doldurdu otlarla kaplı toprakları. Rüzgar yeniden esti. Kızıl bir parıltı geçti gözlerinin önüne. Bunlar saçları olmalı. Çalılıklar bu kez kan kırmızısından uzaklardaki bir alacakaranlığın tanrısal maviliğine boyanıyorlardı. Hışırtılarında kelimeler gizli.

-“Ben doktoru çağırayı-” Daha cümle bitmeden boğuklaşıp kayboldu kelimeler. Ellerine bakıyordu. Böğürtlenlerin derin moru parmak uçlarına bulaşmış. Parmağını emdi. Yine tadı yok. Ama kokusu yerinde. Derin, içine işleyen bir böğürtlen kokusu…

“Lucy…”

Gayrı ihtiyari sisin içine, sesin geldiği yöne baktı. Uzun boylu, siyah saçlı bir adam el sallıyordu kendisine; ölüm habercisi kuzgunların tüyleri gibi kapkara saçları, perçemlerinin gölgesi sis gibi gri gözlerinin içine dökülüyor. Küçücük bir kızın elinden tutmuştu. Kız adamın elini bıraktı ve paytak paytak koşmaya başladı. Lucy kollarını açtı… Fakat daha kollarını açarken bir yanlışlık olduğunu sezmişti.

Hayır… hayır, bir yanlışlık var… Bu anı, onun anısı değil; ona ait değil.

Bu düşünce hızla bilincine hakim olurken gri sis önce kıpırdandı ve sisin görüntüsü bozuldu, sonra sis aniden, kabus gibi bastıran bir karanlığa gömüldü. Karanlığın içinde neşeyle -vahşice ve özgürce- ölüm dansına başlamış olan alevler belirdi; kara, yakıcı alevler. Küçük kız duraksadı. Gözleri dehşetle büyüdü. Delice bir çığlık patladı onun dehşetini seyreden bilincin düşüncelerinde. Alevler kızı yutarken ileri atıldı. Tüm bedeni acı içerisinde sarsılırken akli dengesinin son parçalarını kurban etti bunu yapmak için. Ama dizleri tutmuyor, kıvranıp titremekten başka bir şey yapamıyordu. Çığlık sarıyordu bedenini, kulaklarından içeri girip tüm boşluklarına doluyor, kalbini ve ciğerlerini sıkıyor, iç organlarını parçalayıp kanını akıtarak ruhunu arıyordu. Onunsa elinden yalnızca kıvranmak ve varlığı ile yokluğunun savaştığı o yerde bir an önce ikisinden birinin galip gelmesini ummak geliyordu.

-“Tamam, tamam Padme. Sakin ol. Şimdi geçecek… 100 miligram yeterli.”

Küçük kızın çığlığı onu yavaşça, çok yavaşça terk etti. Bilinç, harikulade bir sancının kucağında huzurla dolu bir loşluğun içinde kaybolup giderken, çığlık avucunu açıp kalbi rahat bıraktı. Sonra tereddütle kalktı baskı yaptığı ciğerlerin üzerinden. Yerini fark ettirmeden, olgun bir kadının ıstırap dolu haykırışlarının, kaynağı derin bir mağaradaymışçasına uzaktan gelen yankılarına bıraktı. Beden yeniden varoluşun nefesine kavuşmuştu.

(Nefes mi?.. Hayır, bunun böyle olmaması gerekiyordu.)

Haykırış kulaklarını ve yankıları da bilincini terk ederken yeni bir ses duydu loşluğun sınırlarının ötesinden. Ritmik, sürekli ve elektronik bir ‘tit’leme… Tit…tit…tit…bu sesler ritmi ve uyumu çağrıştırarak içine dolarken, varoluşu adına onlara muhtaç olduğunu hissetti. Sıkı sıkı sarıldı bu seslere.

-“Doktor bey, durumu-”

…Sessizlik…

19 Nisan 2010 Pazartesi

Az sayıda da olsa beni izleyen arkadaşlara teşekkürler. Şimdi açıklayacağım şey beni hiç üzmüyor olsa da daha önce blogumu ciddi ciddi okumuş olanları üzecektir.

İlk yazdığım yazı aslında sadece bu tipte ve benim "Türkçe sözlükten rastgele açılmış sayfalardan rastgele seçilmiş sözcüklerle yazılmış" olarak addeddiğim (buna kısaca saçma da denilebilir) yazıları eleştirme amaçlı yazdığım, spontane bir yazıydı. Ben buna, tahmin edersiniz ki, edebiyat demiyorum, bence bu tip yazılar (ve bu tipte şiirler, ki en katlanamadıklarım onlardır) insanlar okuyup okuyup "hmmm, pisişik" diye kafa yorup altında anlam ararlarken ("zenci, hmmm, hepimizin içinde karanlıkta bir zenci var demek istiyor, vay canına"), yazarının arkasına yaslanıp, "salaklara bak eheheheh, patlatın kafa. patlatın" diye gerine gerine kahve içebilmek ve gevrek gevrek gülmek için yazdıkları, basit ve derin olmaktan uzak yazı ve şiirlerdir (bu konuda özellikle Altay Öktem ve onun eşi mi, kız kardeşi mi artık, neyi olduğunu bilmediğim, aynı soyadlı bayanı kınıyorum).

Ben böyle söylediğim zaman insanlar bana edebiyattan anlamadığımı söyleyebiliyorlar. Eğer onların edebiyattan kasıtları hiçbir derinliği olmayan, alakasız sözlerin özellikle, bir anlamları varmış ama acayip gizemliymiş gibi arka arkaya sıralanması ve bunun üzerinden prim yapılması ise, ben şu edebiyattan anlamayan halim ile gurur duyuyorum (Aslında "Büyümek" isimli kısa yazıyı, beni edebiyattan anlamamak ile suçlayan Cem Doğanoğlu isimli arkadaşıma cevap olarak, "Bunlar gibi saçmalıkları yazmak çok kolay" diyebilmek için yazdım ve üşenmeyip bir blog açarak tüm blog yazarlarını eleştirmeye karar verdim. Hatta yazı amaçladığım kadar kötü bile olamadı. Daha kötü yazmayı amaçlamıştım oysa ki. Blogun arka planının siyah olması bile bu amaca yönelik bir durumdu).

Bu yazıyı okuyan insanların tarzlarını ve neyden hoşlandıklarını bilmiyorum. Eğer hoşlandıkları şeyin derinliğini kanıtlayabilecek kişilerseniz, sevdiğiniz, tercih ettiğiniz ve icra ettiğiniz şeylere saygım sonsuz. Fakat lütfen önce algılarınızı açıp ne okuduğunuzu, ne dinlediğinizi, ne izlediğinizi veya ne icra ettiğinizi tarafsız bir gözle incelemeye çalışıp öz eleştiri yapın.
bu abik kubik edebiyatı konusunda güzel örnekler görmek için "Rüya günlükleri" ismindeki soyut işlem öncesinde kalmış blogu ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum.

Sevgiler.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Büyümek

Gerçek mi bu? Ya da ben gerçek değil miyim? Bilemedim. Sadece bir at nalı... Sadece bir at nalı vardı elimde; dalga geçer gibi... "Sana şans dilerim hayatında." der gibi bakıyordu at nalı bana, ben de at nalına. İnanmak istemedim. Şans hakkında bilgim yoktu, ben sadece yola çıkmıştım, kendimi aramaya. Karanlıkların içinde gerçekçi bir yıldırım fırtınası sıçradı yüzüme. Ama ben biliyordum onun gerçek olmadığını, o sadece beni korkutmaya gelmiş, geçmişimden çağırdığım hayaletlerimin ışık oyunuydu. Bir ışık oyunu, ve başlangıçta mavi iken yeşile döndü. Bir yosun gibi döküldü gözlerimden ellerime. Gözlerime dokundum. Gerçek olamayacak kadar güzellerdi. Ben de "Neden?" diye fısıldadım.
O an gerçekliği sorguladığım andı.
Elimdeki yosun at nalının üstüne düştü. At nalı eridi. O erirken tüm dünyanın bir demir potası içinde eridiğini fark ettim. At nalını bırakıp ellerimi göğe açtım. "Neler oluyor?! Neler oluyor?!" Çaresizlik içinde başım dönüyordu. Ben ve tüm dünya bir kum saatinden içeri çekilirken duyduğum son ses annemin sesiydi. Annemin sesi... Bir melek gibi geldi ve ninniler fısıldadı bana. Bu fısıltılara tutundum. Bana "Korkma," diyordu annem. "Korkma... Sadece büyüyorsun."
O an büyüdüğüm andı.
"Hayır." dedim. "Hayır büyümek istemiyorm." Ama ışık oyunları sarmıştı etrafımı. Bir de yapraklar ve haşhaş tohumları. Haşhaşlara dokundum, elimi yaktılar. Yapraklara dokundum. Dere kenarındaki sazlıklara ve çimenlerin arasındaki kız böceklerine... Onlar bana veda ediyordu... Çocukluğum bana veda ediyordu...
Hepimiz yitip gittik. Sadece karanlık vardı; her şeyin başında ve sonunda. Sonra karanlığın içinde onu gördüm. Bana doğru yürüyor, sağa sola buhar hüzmeleri saçıyor, arada mekanik sesler çıkararak durup dinleniyordu. Ellerimi uzattım. Binbir zahmetle bana doğru yürüdü hoşgeldin robotu. Bense bu yepisyeni ve beklenmedik varlık karşısında kendimi bir gün kendisine aslında beyaz olduğu söylenen bir zenci gibi hissettim; ne hisstmeliydim? Öfkelenmeli miydim? Korkmalı mıydım? Hayal kırıklığına mı uğramalıydım? Ya da bu söz karşısında sükunetimi korumalı ve çok olgun biri gibi davranıp kendi içimde bir kız çocuğu gibi ağlamalı mıydım? Kesin olarak bilemiyordum, fakat bildiğim bir şey vardı. O da kesinlikle sevinmemem gerektiğiydi. Bunda haklı olduğumu kısa süre sonra fark edecektim.
Karşılama robotu yanıma kadar yürüdü ve yanıma gelince durdu. "Sen kimsin?" dedim ona ve şöyle dedi: "Ben içine düştüğün gerçekliğim. Artık kuralları ben koyacağım." Tek yapabileceğim boyun eğmekti. Ben de öyle yaptım. Fakat fısıldamaktan geri kalmayacaktım. Yitip gitmiş çocukluğumun sarı sayfaları hala gözümün önündeydi. O zaman itiraz hakkım vardı. Onu kullandım... Ya da o alışkanlığın çok kaba bir yankısıydı sözlerim.
"Yani gerçeklik soğuk, buharla çalışna, tamamen hesaplanabilir bir şey, öyle mi?"
"Dua et ben buharla çalışıyorum. Benim bir de petrol, doğalgaz ve elektrik ile çalışanlarım var. Benim çalışma prensibim, senin hamurunla az da olsa yoğurulduğum anlamına geliyor."
Umudun ışığıyla gözlerim yandı, ağlamaya başladım. Ben umuttan ağladığımı zannediyordum. Ya da kendimi buna inandırmaya çalışıyordum. Ama kim bilir neden ağlıyordum.
Bunların hepsi o gün oldu... O gün... O korkunç, tüyleri diken diken eden, vücudumdaki tüm sinirleri tek tek hissetmeme neden olan, kendimi köşeye sıkışmış bir kirpi gibi hissetmeme neden olan o gün...